YAHUDİ TARİHİ VE BÜYÜK İSRAİL HEDEFİ
Birinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği yıllarda Osmanlı Devleti sınırları içerisinde yer alan Filistin bölgesinde “Yahudi ulusal anayurdu” kurulmasını destekleyeceğini açıklayan dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour’un çizgisini devam ettiren İngiltere, işgal yıllarında dünyanın dört bir yanından bölgeye Yahudi göçünü teşvik etmiştir. Çünkü devlet kurabilmenin birinci şartının yeterli nüfusa sahip olunması gerektiğini bilen İngilizler, zamanla bölge sakinleri Filistinlilerin tepkileri üzerine göçü durdurmaya çalışsa da Yahudi göçü devam etmiştir.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Nazi Almanyası’nda yaşanan soykırımlardan kaçmayı başaran Yahudilerin önemli bir kısmının Filistin bölgesindeki VADEDİLMİŞ TOPRAKLARA göç etmesinin de katkısıyla nüfus yoğunluğunun yeterli olduğuna kanaat getiren Yahudi Milli Konseyi, 14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin kurulduğunu ilan etmiştir.
Esasında Birleşmiş Milletler (BM) tarafından kurulmuş olan İsrail’in en büyük destekçisi Amerika Birleşik Devletleri (ABD) olmuştur. Rusya dahil bütün Batı ülkelerinin sonsuz desteğini esirgemediği İsrail[1], 1948’den itibaren sınırlarını sürekli genişletmeyi başarmıştır. Ancak daima saldırgan bir tutum içerisinde olan İsrail’in öncelikle Mescid-i Aksa eksenli olan hamlelerinin nihai hedefini anlayabilmek için İsrailoğulları ve Yahudi tarihinin iyi bilinmesi gereklidir. Zira 2.600 yılı aşan bir sürecin ardından İsrail Devleti’ni kurma hedefine ulaşan Yahudilerin, kutsal kitap Tevrat’a göre nihai hedeflerine henüz ulaşamadıkları bilinmeden, İsrail eksenli kalıcı bölgesel bir barışın olmayacağı bilinemeyecektir.
“Büyük İsrail”, “Vadedilmiş Topraklar”, “Arz-ı Mevud” ya da “Kenan Diyarı” kavramlarını duymayan neredeyse yok gibidir. Ancak bu kavramların tarihsel ve siyasal arka planlarının ne olduğunu bilen kişi sayısının da bir o kadar az olduğu muhakkaktır. Ki meselesinin kaynağı; “içinden süt ve bal akan topraklar” olarak tanımlanan ve İsrailoğulları’na Tanrı tarafından verildiğine inanılan toprakların Tevrat’ta geçtiği inancına dayanmaktadır. Bu konunun Yahudi kökenli bir Hristiyan olan Aziz Paulos tarafından İncil’e de dahil edildiği bilinmektedir.
Eski ve Yeni Ahit (Tevrat ve İncil) eksenli olarak bu konuda farklı birçok tanım yapıldığı[2] görülmekle birlikte genel olarak; Tanrı’nın Yahudilere “Sınırlarınızı Kızıl Deniz’den Filistin Denizi’ne, çöllerden Fırat Irmağı’na kadar belirleyeceğim” dediğine inanılmaktadır ki bu sınırlar Milattan Önce (M.Ö.) 1000 yılındaki Davut zamanı Yahudi Krallığı’nın sınırlarına işaret etmektedir. Ancak İbrahim’in soyu, karısı Sara’dan olma İshak’tan türeyen Yahudiler ile cariyesi Hacer’den olma İsmail’den türeyen Araplar şekliyle iki koldan devam etmektedir. Dolayısı ile bu toprakların hem Yahudilere hem de Araplara vaat edilmiş olabileceği gözden kaçırılmaktadır.
Vadedilmiş bu topraklar içerisinde yer alan ve İbranice Eretz Yisrael denilen bir bölge var ki “Yahudilere yasak topraklar” olduğuna inanılmaktadır. Bu alanın; güneyde Sina Yarımadası’nın kuzey kıyısındaki Vadi el Ariş, kuzeyde Lübnan Dağları, batıda Akdeniz ve doğuda Ürdün Nehri ile Lut Gölü hattı olduğunun kabul edildiği bazı kaynaklarda görülmektedir. Çünkü 400 yıl Mısır’da köle olarak yaşayan İsrailoğulları’nı Filistin topraklarına götürürken geçen 40 yıllık süre içerisinde yaşanan zorlukların hikmetini sorgulayan İsrailoğulları’nın Tanrı tarafından cezalandırıldığına inanılmaktadır. Ki bu husus Kur’an’ı Kerim’in Maide Suresinde de geçmektedir.
M.Ö. 995 yılında Hz. Davut liderliğinde Kudüs’ü fetheden İsrailoğulları’nın liderliği, M.Ö. 957 yılında oğlu Süleyman’a geçmiştir[3]. Davut döneminde inşaatına başlanmış olan Beyt-i Makdis diye bilinen meşhur Süleyman Tapınağı da Hz. Süleyman’ın krallığı döneminde tamamlanmıştır. Hatta Yahudilere göre İsrailoğulları en mutlu günlerini Hz. Süleyman devrinde yaşandığı kabul edilmektedir.
Süleyman Tapınağı, Hz. Süleyman’ın vefatından sonra muhtelif zamanlarda birkaç kez tahrip edilmiş veya yıkılmıştır. M.Ö. 586 yılında Kudüs’e giren Babil İmparatoru II. Nabuketnazzar (Buhtünnasr) şehirle birlikte Süleyman Tapınağını yıktırmış ve Yahudiliği yeryüzünden silmek için binlerce Musevi'yi öldürtmüş, esir aldıklarını sürgüne göndermiş, Tevrat’ı da yaktırmıştır. Bu nedenle Yahudiler için tarihteki ilk soykırımcının II. Nabukadnezzar olduğu iddia edilmektedir[4]. Daha sonra Pers Kralı Kiros’un Babil’i yenmesinin ardından esaretten kurtarılan Yahudilerin tekrar eski topraklarına dönmelerine ve Tapınağı yeniden yapmalarına izin verilmiş ve M.Ö. 515’te ikinci defa yapılmıştır.
Büyük İskender döneminde Kudüs, Makedonya Krallığı’na dahil olmuştur. İskender’den sonra Mısır ve Helen egemenliği arasında sık sık el değiştiren Kudüs bölgesi, M.S. 70 yılında Roma İmparatorluğu’na geçmiş ve Süleyman Tapınağı İmparator Vespesianus’un oğlu Titus’un askerleri tarafından yerle bir edilmiştir[5].
132-135 yıllarında Roma İmparatorluğu’na ikinci kez başkaldıran Yahudiler, İmparatorluğun çeşitli bölgelerine göç ettirilmiştir. Birçok zorlukla karşılaşan Yahudilerin durumu Roma İmparatorluğu’nun Hristiyanlığı kabulüyle daha da zorlaşmıştır. Özellikle Katolik Hristiyanlar, aynı zamanda Mesih olduğuna inandıkları İsa’nın öldürülmesinden sorumlu tuttukları Yahudileri sevmiyorlardı.
Kudüs 637 yılında Halife Hz. Ömer döneminde İslam beldesi olmuştur. Emevi Halifesi Abdülmelik tarafından 691 yılında eski tapınak arazisine “Kubbetü’s-Sahrâ” ile “Mescid-i Aksâ” camilerinin yapımına başlanmış, inşaatlar oğlu I. Velid döneminde tamamlanmıştır. Kudüs, 868-905 yılları arasında ise Tolunoğulları Türk Devleti idaresinde kalmıştır.
1099 yılında, Birinci Haçlı Seferi sırasında Kudüs’ü ele geçiren Haçlılar, Mescid'i tahrip etmekle kalmayıp, adını da Süleyman Mâbedi olarak değiştirdiler. İlk zamanlarda Mescid-i Aksa'yı Krallık Sarayı olarak kullanan Haçlılar daha sonra ise “At Ahırı” na dönüştürdüler. 1119 yılında Tapınak Şövalyeleri’nin merkezi haline gelen Mescid-i Aksa’nın, değişikliklere uğratılarak tekrar tapınağa dönüştürüldüğü görülmektedir[6].
1187 yılında Selahaddin Eyyubi, Kudüs'ü Haçlıların elinden geri almayı başarmış ve tekrar Müslümanların ibadetine açmıştır. 1250-1516 döneminde Memluk Türk Devleti yönetimine giren Kudüs, ardından 1516-1918 yılları arasında Osmanlı idaresinde kalmıştır.
***
Yahudilerin Avrupa hikayeleri ise daha bir başka yaşanmıştır. İspanya Krallığı 300’lü yılların başında Yahudi erkeklerle evlenmeyi yasaklamıştır. Lateran Konsili tarafından 1215 yılında Yahudi ve Müslümanlara özel giysiler giyme zorunluluğu getirilmiştir. 1348-1351 yıllarında yaşanan Büyük Veba Salgınının sebebi olarak görülen Yahudiler, Doğu Avrupa’ya göçe zorlanmışlardı[7]. 27 Eylül 1480 yılına gelindiğinde İspanya Kraliçesi İzabel, Papa’dan izin alarak Yahudileri Hristiyanlığa zorladı. Ölmemek için zorla Hıristiyanlığa geçen Yahudiler, sürekli kontrol dilerek eski dinlerini gerçekten terk ettiklerinden emin olunmak istenildiği anlaşılmaktadır. Ancak 1492 yılında Granada’nın düşmesi ve Müslüman hakimiyetinin sona ermesi ile Kraliçe İzabel, önce Hristiyan olmaya zorladığı Yahudileri İspanya’dan kovmak için yeni bir karar çıkarmıştır. En büyük sebebinin Yahudilerden elde edecekleri mal ve mülk olduğu bilinen bu kararın ardından ülkeden kovulan Yahudilerin bir kısmı Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmişlerdir.
Venedik’te kalan Yahudilerin ise 1516 yılında ilk kez “getto” adı verilen izole edilmiş mahallelere çekildikleri görülmektedir. Tarımla uğraşmaları, askerlik yapmaları, kamuda görev almaları ve üniversiteye gitmeleri yasak olan Yahudiler, ticaret ve bankacılık sektöründe başarılı olmuşlardır. Ancak 15. Yüzyılda önce Portekiz’e ardından Hollanda’ya sürgün edilen bu Yahudiler de Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman devrinde yine Osmanlı’dan davet almışlardır.
1789 Fransız İhtilali’nin ardından yaşanan özgürlük ortamından Yahudiler de yararlanmıştır. Napolyon’un 1799 Mısır Seferi sırasında Yahudilere Akka dışında bir bölgeye yerleşmelerine izin vereceği vaadi olsa da kısa sürede çekilmek zorunda kaldığı için vaadini yerine getirememiştir. 1840 yılında Britanya Temsilcisi Lord Palmerston “Britanya İmparatorluğu’nun yüksek çıkarlarını korumak üzere” Kudüs’te bir Avrupalı Yahudi Yerleşim Kolonisi fikri attığı görülse de Osmanlı Devleti buna müsaade etmemiştir.
II. Abdülhamid döneminde Rusya ve Avrupa ülkelerinde zulüm gören Yahudileri kabul eden Osmanlı Devleti, istisnai olarak bunların Filistin bölgesine yerleşmelerini uygun görmemiştir. Çünkü “Şark Meselesi” başlığı ile 1878 yılında bir makale yayınlayan Edward Cazelet isimli bir iş adamının “İngiltere hamiliğinde bir Yahudi Devleti’nin kurulması fikrini” gören Osmanlı Devleti, Filistin bölgesine Yahudi yerleşimci istememiştir. Bu dönemde “Siyon Aşıkları” adlı bir dernek kuran Yahudilerin, Siyonizm amaçlı ilk hamlelerle Filistin ve Kudüs’e yerleşim programları yaptıkları görülmektedir[8].
Hatta 1879 yılında Filistin bölgesine giden Hristiyan bir İskoçyalı olan seyyah-yazar Laurence Oliphant, Yahudilerin “Vadedilen Topraklar” a dönmesini Kutsal Kitap’taki kehanetler uyarınca Hristiyanlığa hizmet olarak gördüğü için misyon edindiğini açıklamış olsa da; hem su hem de maden açısından zengin Filistin topraklarını keşfetmiştir. Zira Britanya’nın yıllık tüketimi olan 200.000 ton potasyum klorit burada mevcuttu ve bölge ilk Yahudi yerleşimcileri için de çok idealdi. Çünkü yerleştirilecek Yahudiler bu işlerlerde çalıştırılacak ve bir taraftan da bölge kalkındırılacaktı. II. Abdülhamid’in huzuruna çıkarak fikrini sunan Oliphant, ret cevabı almıştır.
Bu arada 13 Mart 1881’de Rus Çarı II. Aleksandr’ın bir Yahudi tarafından öldürüldüğü şüphesi üzerine halk, zaten nefret ettiği Yahudilere karşı yoğun bir saldırı başlatmış ve toplu katliamlar yaşanmış, milyonlarca Yahudi de sınır dışı edilmiştir. Rusya’nın 1882 yılında çıkarttığı “Mayıs Kanunları” dahilinde halkı Yahudi katliamına teşvik etmesi üzerine Yahudilere karşı fiili saldırıların Avrupa ülkelerinde de yoğunlaşması üzerine başta Laurence Oliphant olmak üzere İngiliz soyluları, Rusya ve diğer ülkelerdeki zulümlerden kaçan Yahudiler için bir yurt belirleme işine daha sıkı sarıldılar ve gözler bir kez daha Filistin’e çevrildi. Bunlar yaşanırken çeşitli Avrupa ülkelerinden sınır dışı edilen Yahudi ailelerin kafileler halinde Osmanlı topraklarına girdikleri, Bursa ve İzmir gibi vilayetlere iskân edildikleri görülmektedir.
II. Abdülhamid’i ikna edemeyeceğini anlayan Yahudi lobisi Filistin dışında başka bir bölge arayışına girmiştir. 1890’lara gelindiğinde Theodor Herzl’in başını çektiği Siyonistlerin Filistin olmazsa, Sina Yarımadası, Mezopotamya, Kıbrıs, Doğu Afrika, Arjantin hatta Sibirya gibi son derece değişik coğrafyalarda bir İsrail Devleti’ni kurmaya razı oldukları görülmektedir. Baron Maurice de Hirsch ise Anadolu’da Yahudiler için geniş̧ topraklar satın almak istemiş fakat II. Abdülhamid tarafından reddolunmuştur. Baron Nathan Mayer Rothschild de Şam ve Beyrut vilayetlerindeki boş arazilere Yahudilerin yerleştirilmesi fikrini öneren bir mektup ile Abdülhamid’e müracaat etmiş, diğerleri gibi olumsuz cevap almıştır.
Görüldüğü üzere Filistin coğrafyası öncelikli olmak üzere mutlaka bir Yahudi devleti kurulması için her yol denenmiştir. Bu arada Osmanlı yönetiminin bütün engelleme çalışmalarına rağmen Yahudilerin, Filistin’in yerli ahalisinden 40.000 dönüm toprak satın aldığı ve bölgede 30 kadar koloni kurduğu, buralarda Baron Rothschild’in Fransa’dan getirdiği tarım uzmanlarının yardımıyla avokado, zeytin ve üzüm yetiştirilmeye çalışıldığı, şarap ve parfüm imalathaneleri kurulduğu görülmektedir. Hatta 1896’da ölen Baron Hirsch’in miras bıraktığı 1.000.000 Frankla kolonicilere toprak satın alınmıştır. Bu para daha sonra 7.000.000. Sterline kadar çıkmıştır[9].
30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi ile Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyi kabul ederek teslim olması ile Filistin, İngiltere’nin işgaline uğramış ve Manda Yönetimi kurulmuş ve İsrail Devleti’nin kurulması için yıllardır verilen mücadelenin sonuna gelindiği düşünülmüş olsa da Yahudi nüfusunun yetersizliği buna müsaade etmemiştir.
Çözüm olarak İngiliz Manda Yönetiminin teşvik ve desteği ile dünyanın dört bir yanından Filistin’e Yahudi göçü yaşanmıştır. Nihayet 14 Mayıs 1948'de İsrail bir Yahudi devleti olarak kurulmuştur. Ancak M.Ö. 586’da Babil Kralı II. Nabukatnezzar’ın Kudüs’ü işgali, Süleyman Tapınağı’nı yıkması ve Yahudileri sürgün etmesinden 2.534 yıl sonra kurulmuş olan İsrail için bu yeterli değildi. Zira “Vadedilmiş Topraklar” için bu daha başlangıçtı ve ilk andan itibaren genişleme hamleleri ardarda gelmeye başladı.
İsrail’in bağımsızlık ilan etmesinden birkaç saat sonra Mısır, Ürdün, Suriye ve Irak’ın savaş ilan ederek İsrail’e saldırıya geçilmesiyle ilk Arap-İsrail savaşı yaşanmıştır. Fakat İsrail, BM kararıyla kendisine ayrılan Filistin’deki topraklarını %55’ten %78’e çıkartmıştır. Diğer bir deyimle İsrail, topraklarını %40 daha genişletmiştir. İsrail’in mutlak zafer elde ettiği savaş 1949 ateşkesi ile durmuştur.
İkinci Arap-İsrail Savaşı, 29 Ekim 1956'da İsrail’in Sina Yarımadası’nı işgali üzerine başlayan Süveyş Kanalı Savaşı’dır ve Ekim 1956-Mart 1957 arasında yaşanmıştır. BM’nin Barış Gücü göndermesiyle yaşanan ateşkes, 1967’de BM askerlerinin çekilmesinin hemen ardından bu defa 6 Gün Savaşı başlamıştır. Üçüncü olan bu Arap-İsrail Savaşı 5-10 Haziran 1967’de yaşanmış ve kazananı yine İsrail olmuştur. Zira Mısır'dan Gazze ve Sina Yarımadası, Ürdün’den Doğu Kudüs ve Batı Şeria, Suriye’den Golan Tepeleri İsrail'in eline geçmiştir. BM Güvenlik Konseyi’nin 242 ve 497 sayılı kararlar ile işgallerin hukuksuz olduğu açıklamalarını[10] ise İsrail dikkate bile almamıştır.
Dördüncü ve son Arap-İsrail Savaşı ise Yom Kippur Savaşı (Ramazan Savaşı) olarak tarihe geçmiştir. İsrail’in zaferiyle sonuçlanan savaşın ardından Arap ülkelerinin ABD’ye petrol ambargosu gelmiştir.
Her dört savaşın da kesin kazananı İsrail olmuştur. Çünkü sürekli toprak kazanımları elde etmeyi başaran taraf olmuştur[11]. İsrail kazandıkça Filistin göçmenler sorunu artarak devam etmiş ve binlerce Filistinli komşu ülkelere sığınmak zorunda kalmıştır.
Bu arada ilginç anekdotlar da görülmektedir: 1937 yılında Britanyalı emekli diplomat H. R. P. Dickson’a Suudi Arabistan Kralı Abdül Aziz’in, Filistin bölgesine yerleşen Yahudilerin Tevrat ve İncil’e göre “Vadedilmiş Topraklar” üzerinde “Büyük İsrail” devleti kurmaya çalıştıklarını dile getirdiği görülmektedir. 1985’te Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad, 1967’de Golan Tepeleri’nin işgali ardından bölgeyi ziyaret eden dönemin İsrail Başbakanı Moşe Dayan’ın “Geçmiş kuşaklar İsrail’i 1948 sınırlarına ulaştırdılar, biz 1967 sınırlarına ulaştırdık, siz Nil’den Fırat’a uzanan Büyük İsrail’i kuracaksınız” dediği iddiasıyla “Büyük İsrail” meselesini uluslararası kamuoyuna taşıyan kişi olmuştur[12].
İsrail’in “Büyük İsrail” hedefine yürüdüğü söylemi zamanla Filistin Kurtuluş Örgütü lideri Yaser Arafat başta olmak üzere neredeyse bütün İslam ülkelerinin siyasi liderlerinin zaman içerisinde defalarca kullandıkları bilinmektedir. Hatta bazı kesimlerin Ortadoğu coğrafyasında cereyan eden her olayı paranoya seviyelerinde “Büyük İsrail” planlarına bağlamaya çalıştıkları da görülmektedir. Ki bir de özellikle ABD menşeli Evangelist ideoloji ile hareket eden kesimlerin nihai hedeflerinin Armagedon Savaşı ile Tanrıyı Kıyamete Zorladıkları[13] tezleri ile birleşince olay içinden çıkılmaz bir halde daha da karmaşıklaşmaktadır.
Sonuç olarak;
“Arz-ı Mevud” kavramının dindar Yahudiler için çok önemli olduğu kuşkusudur. “Büyük İsrail” hayali ile hareket eden fanatik milliyetçi Yahudilerin ve Evangelistlerin olduğu da şüphesizdir. Ancak mevcut durumlar dikkate alındığında imkânsız olmamakla birlikte Türkiye ve bölge ülkelerinin, Büyük İsrail’in olabilirliği üzerinden hareketle mücadele için birlikte hareket etmeleri “paranoyaya dönüştürülmeden” çeşitli etkinliklerde vurgulanması önemli olacaktır.
İsrail Devleti’nin kuruluşu ile Yahudiler açısından yaklaşık 3.000 yıllık sorunun en önemli aşamasının ilk etabı halledilmiştir. Yaşanan 4 Arap-İsrail savaşın ardından sürekli sınırlarını genişletmeyi başaran İsrail, eğer var ise “Büyük İsrail” hedeflerine yavaş adımlarla da olsa ilerlediği değerlendirilebilir. Ancak hali hazırda durum İsrail-Filistin sorununa evrilmiş ve süreç bu eksende ilerlemektedir.
Araplar açısından ise sürekli kaybetmenin ardından birer birer İsrail ile barış anlaşmaları imzalamaları ile durumun zımnen kabullendikleri anlaşılmalıdır. Keza daha önce anlaşma imzalamış olan Mısır’ı, bir süre sonra Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri takip etmiştir. İlerleyen süreçte İsrail ile anlaşma imzalayacak Arap ülkelerinin artacağı değerlendirilmektedir. Bu arada İsrail ile siyasal açıdan en fazla mücadele ediyormuş görüntüsü sergileyen İran’ın el altından İsrail ile mükemmel ilişkileri olduğu da bilinmektedir.
Osmanlı döneminde bölgenin ülke sınırları içerisinde olması, Cumhuriyet döneminde ise doğal etki sahasında yer alması ve İslam endeksli birçok etkenle Yahudi ve Filistin sorunu bir şekilde Türkiye’yi etkilemektedir. Türkiye karar alıcı mekanizmalarının olaylara duygusal davranmaktan ziyade reel politikalar üzerinden yaklaşması önem arz etmektedir. Çünkü dost/düşman ve müttefik kavramlarının anlık değiştiği bir coğrafya olan Ortadoğu sahasında düz mantıkla bir dış politika yürütmenin ne kadar zor olduğu gayet iyi bilinmektedir.
Son söz olarak; İslam ülkelerinin karar alıcı mekanizmaları, Siyonizm düşüncesinden hareketle örgütlenen Siyonist Yahudilerle, Siyonizm’i benimsememiş olanların ayrımını çok iyi yapmalıdırlar. Aksi halde yanlış olması kuvvetle muhtemel kararlarla kalıcı bölgesel barışa giden sürecin zor olduğu hatırdan çıkartılmamalıdır. Ayrıca başta Ortadoğu’daki Arap ülkeleri olmak üzere Sünni İslam inancına sahip Müslüman ülkeler ile İran endeksli Şii İslam kesimleri arasındaki mücadelelerden kazançlı çıkan tarafın İsrail olduğu bilincine varmaları halinde İsrail asla Vadedilmiş Topraklar üzerinde “Büyük İsrail” hedefine ulaşamayacaktır.
İsmail CİNGÖZ; Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı/M.A. - BULTÜRK Ankara Temsilcisi. cingozismail01@gmail.com
[1] İsmail CİNGÖZ; “Tanrı Kıyamete mi Zorlanıyor?”, Ticari Hayat Gazetesi, 23.05.2018.
[2] Ayşe HÜR; “Nil’den Nehir’e: Arz-ı Mevud veya “Büyük İsrail” Paranoyası”, Avlaremoz, 29.10.2017.
[3] Kudüs tarihi hakkı ayrıntılı bilgi için bknz: Simon Sebag MONTEFIORE, “Kudüs Bir Şehrin Biyografisi”, Pegasus Yayınları, Çev. Cem DEMİRKIRAN, 1. Baskı, İstanbul, 2016.
[4] Ferhat ÜNLÜ; “Mescid-i Aksa’nın Sırları”, Sabah, 16.05.2021.
[5] Ayşe HÜR; “II. Abdülhamid ve Filistin’e Yahudi Göçü”, Avlaremoz, 08.10.2017.
[6] Ferhat ÜNLÜ; “Mescid-i Aksa’nın Sırları”.
[7] Ayşe HÜR; “II. Abdülhamid ve Filistin’e Yahudi Göçü”.
[8] Ayşe HÜR; “II. Abdülhamid ve Filistin’e Yahudi Göçü”.
[9] Ayşe HÜR; “II. Abdülhamid ve Filistin’e Yahudi Göçü”.
[10] İsmail CİNGÖZ; “İsrail, Trump, Golan Tepeleri ve Petrol Yatakları”, Ticari Hayat Gazetesi, 03.04.2019.
[11] Dünya Bülteni; “İsrail'in Kuruluşu ve Arap-İsrail Savaşları”, 07.06.2012.
http://www.dunyabulteni.net/tarih-dosyasi/212938/israilin-kurulusu-ve-arap-israil-savaslari
[12] Ayşe HÜR; “Nil’den Nehir’e: Arz-ı Mevud veya “Büyük İsrail” Paranoyası”.
[13] Grace HALLSELL, “Tanrıyı Kıyamete Zorlamak-Armagedon, Hristiyan Kıyametçiliği ve İsrail”, Kim Yayınları, 2003.
0 Yorum