ÜSTÜN ZEKÂLILARIN EĞİTİMİ VE JEOSTRATEJİK ANALİZİ
Türkiye’nin doğal özelliklerinin bir sonucu olarak “Süper Güç” olma potansiyeli hayal değil aksine bulunduğu siyasi coğrafyanın içinde gözle görülür bir realitedir.
Süper Güç Olmanın Kısa Yolu: Üstün Zekâlıların Eğitimi
Siyasi coğrafya içinde hareketli bir alanda bulunan Türkiye, küresel güç olmaya son derece uygun bir ülkedir. Zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının dinamik bir nüfusla buluştuğu nadir ülkelerden biri olan ülkemiz, sahip olduğu kilit jeopolitik konumuyla az sayıdaki bu ülkelerden de ayrılmakta ve siyasi harita üzerinde her üç özelliğin de birleştiği tek ülke durumunda bulunmaktadır. Sahip olduğu yüksek potansiyelden dolayı zaman zaman bilinen ya da bilinmeyen odakların hedefi durumunda olan ülkemiz, güçlü olmaya ama çok güçlü olmaya mecburdur. Türkiye’nin doğal özelliklerinin bir sonucu olarak “Süper Güç” olma potansiyeli hayal değil aksine bulunduğu siyasi coğrafyanın içinde gözle görülür bir realitedir.
İşte tam da bu noktada siyasi coğrafyada söz sahibi, karar verici bir ülke olmak her şeyden önce üstün zekâlıların eğitiminden geçmektedir. Bu açıdan bakıldığında üstün zekâlıların eğitimiyle ilgilenen Bilim ve Sanat Merkezleri jeostratejik kurumlar niteliğindedir. Bu kurumlardaki sorunlar öncelikli ve acil yapılacaklar listesinde olmalıdır. Türkiye’nin bilim-teknoloji merkezi olmasının kısa yolu işte buradan geçmektedir. Bu konu yani üstün zekâlıların eğitimi abartısız bir “ulusal güvenlik” meselesidir.
Jeopolitik Bir Zorunluluk: Türkiye’nin Süper Güç Olma Yolculuğu
Jeopolitik açıdan önemli topraklar üzerinde bulunan ülkeler tarihin her döneminde ilgi odağı olmuş ve her zaman birçok oyuncunun bulunduğu bir siyasi oyun içinde yer almıştır. İçinde zorunlu olarak bulunduğunuz tehlikeli oyun sizi güçlü olmaya ve her zamankinden daha fazla daha güçlü refleksler geliştirmeye iter. Böyle bir durumda uysal bir kaplumbağa gibi kabuğuna çekilmek ile kurtlar sofrasında aktif rol üstlenen ve küresel politikaları belirleyen bir ülke olmak arasında tercih yapmak gerekir.
“Doğu Avrupa’ya hükmeden Heartland’a hâkim olacak, Heartland’a hükmeden Dünya Adası’na hâkim olacak, Dünya Adası’na hükmeden dünyaya hâkim olacaktır.” Bu çarpıcı sözler, siyasi coğrafyanın önemli teorisyenlerinden Mackinder’e ait. Mackinder’in Heartland yani Kalp Bölgesi dediği yer Türkiye’nin de içinde bulunduğu topraklardır. Türkiye, Kalp Bölgesi’nin ve dolayısıyla dünya siyasi coğrafyasının kilit taşıdır.
Türkiye’nin “Süper Güç” olma potansiyeli küresel çapta değişik platformlarda (Friedman, 2009) dillendirilmektedir. İnsanlığın değişmez kuralı; “Ortada bir gerçek varsa, buna inananlar ve inanmayanlar da olacaktır”. Fakat unutulmamalıdır ki birilerinin bir şeye inanmaması yokluk delili sayılamayacağı gibi “Süper Güç Türkiye” fikrini ütopik bulanların olması da bu gerçeği ya da böyle bir potansiyelin varlığını değiştirmeyecektir.
Burada kastedilen “Süper Güç” kavramı sadece ekonomik gelişmişlikten ibaret değildir. Eğer zenginlik tek başına yeterli olsaydı günümüzde İsviçre, Kanada, Avustralya, Japonya gibi teknolojik ve ekonomik açıdan gelişmiş ülkeler ile Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar gibi petrol-doğal gaz zengini ülkelerin “Süper Güç” olması gerekirdi. Oysa bu kavram çok daha geniş kapsamlıdır ve yedi temel konuda üst düzey kabiliyet ve vasıf gerektirir; eğitim, adalet, ahlâk, teknoloji, ekonomi, savunma (askeri güç) ve küresel yöneticilik eğilimi.
Kalıcı Güç İçin Değişmez Gerçek: Eğitim
Bir ülke bu yedi temel konuda da ileri durumdaysa ve pozitif eğilim gösteriyorsa bu ülke ya Süper Güç’tür ya da buna kuvvetli bir adaydır. Bahsedilen yedi temel vasıf tesadüfi sıralanmamıştır. Bunlardan ilki yani eğitim lokomotif bir güçtür. Eğitimin durumu 1 000 000 sayısının önündeki 1 rakamına benzer. 1’i ortadan kaldırırsanız yan yana dizili altı tane sıfırın hiçbir anlamı ve değeri kalmaz.
Eğitimin kalkınmadaki önemi tartışılmamaktadır. Fakat kalkınma sürecinde nasıl bir eğitim politikası izleneceği konusu dünyanın en popüler tartışma konularından biridir. Bu nedenledir ki her ülkede farklı bir eğitim sistemi bulunur ve bu sistemlerde de sık sık değişikliklere gidilir. İşte fark yaratan konu budur. İstikrarlı ve doğru bir eğitim politikası her alanda gelişme için sağlam bir zemin oluşturur.
Daha sağlıklı daha üretken daha başarılı bir gelecek ancak bugünün çocuklarının daha iyi eğitilmesiyle olur. Bundan 2600 yıl önce Çin’de yazılmış bir şiirde şairin dediği gibi;
Eğer bir yıl sonrasını düşünüyorsan, bir tohum ek
On yıl sonrasıysa düşündüğün, bir ağaç dik
Fakat yüz yıl sonrasını düşünüyorsan, insanları eğit
Bir tohum ekerek bir kez ürün alırsın.
Bir ağaç dikerek, on kat ürün alırsın.
İnsanları eğitirsen yüz kat ürün alırsın.
Bu satırlar aslında jeostratejik açıdan eğitimin önemini anlatmaktadır. Sağlam bir eğitim bir toplumu yüzlerce yıl ayakta tutacak gücü sağladığı gibi bu eğitimin istikrarlı bir şekilde devamı da o toplumu dünyanın karar vericileri arasına taşır.
“İnsan, kafa eğitiminde, beden eğitiminden daha çok yılar. Çünkü bu çalışmada kafa yalnızdır. Beden onun çabasına katılmaz.” Bu ilginç sözler tam 2400 yıl öncesine, Platon’a ait. Platon’un “Bedenleri ve kafaları düzgün insanları alır, onları çetin çalışmalardan geçirirsek, doğruluğun bize bir diyeceği kalmaz. Devleti de anayasayı da korumuş oluruz.” diyerek devam ettiği ve çocukların eğitimi ile ilgili ilginç saptamalara yer verdiği eser bize devlet sistemlerinin kurgulandığı tartışmalarda eğitimin değişmez yerini anlatmaktadır.
Jeopolitik Bir Zenginlik Olarak Üstün Zekâlıların Eğitimi
Süper Güç olmanın lokomotif gücü eğitim ise eğitimin lokomotif gücü de üstün zekâlıların eğitimidir. Bir ülkenin beyin gücü en değerli hazinesidir. Fakat burada iki nokta çok önemlidir;
Birincisi “bu gücün beyin göçü ile kaybedilmemesi” konusudur. İkincisi ise “bu gücün toplumsal kalkınmada etkin kullanımının sağlanması” meselesidir.
Beyin göçü ile kaybedilen süper beyinler doğrudan ya da dolaylı olarak önemli kayıplara yol açar. Fakat öte yandan ülke içinde kalmasına rağmen yetenekleri törpülenen, gerekli eğitimden mahrum kalan üstün zekâlılar da ülkeleri için hiçbir fayda sağlamazlar. Bu durum, üzeri tozlanan ama sıkı sıkıya korunan devasa büyüklükte bir hazineye benzer ki bu hazinenin sahipleri ona sadece bekçilik yaparlar fakat zenginliğinden hiçbir zaman faydalanamazlar.
Üstün zekâlılar, normal zekâya sahip insanların kalıplar içine hapsolmuş düşüncelerinin ötesine geçebilenlerdir. Bu gurupta yer alanların düşünceleri çoğu kez rutin dışıdır. Olaylara herkesin baktığı yerden değil özgün bir bakış geliştirerek yaklaşırlar. Bir üstün zekâlı için bir konunun bir olayın bir sistemin bilinenleri değil arka plândaki bilinmeyenleri daha heyecan vericidir. Bilinmeyenler konusunda cevaplar üretmek, sorunlara çözümler geliştirmek farklı bir bakış açısı gerektirir ki bu bakış açısı üstün zekâlılarda fazlasıyla vardır. Teknolojik gelişmelerin tetikleyicisi olan buluş ve keşiflerin altındaki imza çoğu kez onlarındır. Dünya çapındaki sanat eserleri de yine o guruba aittir.
Toplum içinde çoğu kez hayalci ve saçma (!) düşüncelere sahip fertler olarak görülen asosyal (uyumsuz) ve rutin dışı hareketleriyle dikkat çeken üstün zekâlılar erken yaştan itibaren farklı bir eğitime muhtaçtır. Ortalama beyinlere göre yapılan müfredat ve ortalamaya hitap eden eğitim sistemleri bu gurubu tatmin etmemektedir.
Üstün zekâlıların ayrı bir eğitim sistemine tâbi tutulması bir ayrıcalık değil aslında bir fırsat eşitliğinin sağlanmasıdır. Farklı olana farklı bir eğitim sistemi uygulamak bilimsel açıdan doğru bir uygulama olduğu gibi aynı zamanda adil bir uygulamadır. Kaldı ki farklı ve doğru bir eğitim sistemiyle yetiştirilen üstün zekâlılar, eğitimleri sonrasında verecekleri hizmetle, içinde bulundukları topluma ve insanlığa zaten bunun karşılığını fazlasıyla ödeyeceklerdir.
Toplumsal kalkınmada üzerinde önemle durulması gereken konuların başında üstün zekâlılara sahip çıkabilme ve öncelikli olarak milli çıkarlara olmak üzere tüm insanlığa hizmet vermelerini sağlayabilmek gelir. Fakat gelişmiş ülkeler bu konuda orantısız ve çoğu kez rekabet edilemeyecek cazip şartlar oluşturarak bu nüfusu çekmektedir.
Üstün zekâlıların ve eğitimli nüfusun ülkeler arasında yer değiştirmesi günümüzde oldukça yaygındır (5). ABD ve AB ülkeleri beyin göçünün en çok yöneldiği ülkelerdir. Göç edenler ise genellikle Asya ve Afrika kökenli az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülke vatandaşlarıdır. Bu durum bir kısır döngü oluşturmaktadır. Beyin göçünü veren az gelişmiş ülkeler bu nüfusun hizmetinden mahrum kalarak az gelişmiş ülke olmaya devam ederler. Oysa beyin göçünün yöneldiği gelişmiş ülkeler bu gücün de desteğiyle gelişmişlik seviyelerini daha da ileriye götürürler. Böylece makas daha fazla açılır.
Beyin göçünü önlemek ülkeler için jeostratejik öneme sahip bir konudur. Bu konunun önemsenmemesi tamiri imkânsız kayıplara yol açar. Benjamin Franklin’in şu sözü anlatmak istediğimizi çok özlü bir şekilde vurgulamaktadır: “Küçük harcamaları gözden kaçırmayın. Bazen küçük bir delik koca bir gemiyi batırır.”
Bir ülke eğer sanayide, teknolojide, ekonomide, sağlıkta, eğitimde, bilimde, kültürde ve sanatta önde olmak istiyorsa bunun olmazsa olmazı, üstün zekâlı ve yetenekli nüfusuna sahip çıkan politikalar üretmesidir.
Üstün zekâlıların eğitiminde pozitif bir ortamın oluşturulması, bir ülkeyi tabiri yerindeyse uçuracak bir gelişme trendinin oluşmasını sağlayacaktır. Fakat tam da bu noktada Mozart’ın sözünü hatırlamak gerekir. Üstün zekâlıların eğitiminde önemsenmesi gereken bir noktaya temas eden Wolfgang Amadeus Mozart şöyle diyor: “Ne üstün zekâ, ne hayal gücü, ne de her ikisi beraber bir dahi yapmaya yeter. Sevgi, sevgi, sevgi… İşte bu dehanın ta kendisidir.” Burada üzerinde durulması gereken Mozart’ın mesajında olduğu gibi üstün zekâlıların duygusal ve etik değerler eğitiminin de gözden kaçırılmamasıdır.
Türkiye’nin üstün zekâlılar politikası tıpta yeni İbn-i Sinalar, matematikte yeni Ali Kuşçular, mimaride yeni Mimar Sinanlar yaratacaktır. Kritik soru şudur: Türkiye’nin en çok patent alınan, en çok bilimsel makalenin üretildiği, en fazla teknoloji ihraç eden ülke olması, bilim ve teknoloji üssü haline gelmesi için ne yapmak gerekir? Bu soruya eğer bir cümleyle cevap verilmesi istenseydi cevabı; “Türkiye’nin bütün kurumlarıyla üstün zekâlıların eğitimini jeostratejik bir konu olarak algılaması” şeklinde olurdu.
Jeostratejik Eğitim Kurumları: Bilim ve Sanat Merkezleri
Türkiye’de üstün zekâlıların eğitimi ile ilgili atılan en ciddi, en yaygın ve en etkili adım olan Bilim ve Sanat Merkezleri okulöncesi, ilköğretim ve ortaöğretim öğrencilerine yönelik olarak düşünülmüştür. Merkezler 1990’lı yılların ortalarında eğitim vermeye başlamış, günümüzde ağırlıklı ilköğretim olmak üzere orta öğretim öğrencilerine hizmet vermeye devam etmektedir. Bilim ve Sanat Merkezleri, Türkiye’nin üstün zekâlılar potansiyelini verimli kullanmaya yönelik gerçekleştirilen önemli bir çalışma ve heyecan verici bir projedir.
Türkiye’nin jeopolitik konumu, yer altı ve yer üstü kaynakları gibi siyasi coğrafyada avantaj sağlayan özelliklerine, sayıları yaklaşık 1,6 milyon (toplam nüfusun % 2’si)) olarak tahmin edilen üstün zekâlılar da ilave edildiğinde ortaya büyük bir güç çıkmaktadır. Değerlendirilmeyen kaynakların hiç kimseye faydası yoktur. Kaynakların değerlendirilmesi ise öncelikle beyin gücünün eğitiminden geçmektedir. Bilim ve Sanat Merkezleri, üstün zekâlılara hitap eden eğitim anlayışı ile bu alandaki açığı kapatmak hedefiyle yola çıkmıştır. Bu kurumlar, bundan dolayı jeostratejik önemi bulunan kurumlar niteliğindedir.
Yeraltı ve yerüstü zenginlikleri fazla olan Kanada ve Avustralya gibi ülkeler ile nüfusu fazla olan Bangladeş ve Pakistan gibi ülkelerin küresel siyasette kayda değer etkileri yoktur. Fakat Türkiye gibi her iki unsurun da (insan kaynağı + yeraltı-yerüstü zenginlikleri) bulunduğu ülkeler küresel güç olma potansiyelini her zaman taşır. İşte Türkiye’ye küresel güç olma yolunda ivme kazandıracak en büyük kalıcı çalışma -doğru planlama ve sağlıklı bir süreç oluşturmak kaydıyla- Bilim ve Sanat Merkezleri tarafından yerine getirilecektir.
Bilim ve Sanat Merkezlerinin sağlıklı işleyişinin sağlanması, öğrencilerin profesyonel bir eğitimden geçmesi ve eğitim sonrasında Türkiye adına hizmet vermesini sağlayacak bir sistemin kurulması öncelikli hedef olmalıdır. Bu sistemde öğrenciler aldığı eğitimden sonra AR-GE merkezlerinde istihdam edilmeli ve Türkiye için hizmet üretmelidir. Unutulmamalıdır ki “yurtta barış, dünyada barış” ilkesiyle hareket eden bir Türkiye’ye hizmet demek aslında tüm insanlığa hizmet demektir ve dünyanın buna ihtiyacı vardır.
Alan eğilimlerinin süreç içinde belirlendiği Bilim ve Sanat Merkezlerinde Türkiye’nin geleceği yatmaktadır. Bu merkezlerde geleceğin bilim insanları, yöneticileri, sanatçıları olma potansiyeline sahip öğrenciler bulunmaktadır. Bu öğrencilerin hangi alanlarda yetenekli olduğu konusu dâhil olmak üzere birçok ayrıntı bu eğitim sırasında ortaya çıkmaktadır. Bu özellik, merkezlere stratejik bir önem yüklemektedir. Merkezlerdeki öğrenciler her türlü kargaşa ortamından uzak tutulmalı ve bu öğrencilerin bilime-sanata odaklanmalarını sağlamak temel amaç olmalıdır. Üstün zekâlı öğrencilere ait kişisel yetenek bilgileri gizlilik ilkelerine azami dikkat edilerek muhafaza edilmelidir. Yüzeysel düşünüldüğünde abartılı bulunabilecek olan bu uygulama iyi niyetli olmayan kişi ya da odaklara karşı alınması gereken bir güvenlik önlemi olarak düşünülmelidir. Çünkü Bilim ve Sanat Merkezlerinde muazzam bir servet yatmaktadır ve bu merkezlerdeki öğrenciler bir hazine niteliğindedir.
Üstün zekâlıların eğitimi kadar eğitim sonrasındaki “hasat dönemi” de önemlidir. Onca zahmetle yetiştirilen üstün zekâlı bireyin meyve vereceği dönemde kaybedilmemesi ve oluşturulacak AR-GE merkezlerinde bu gücün değerlendirilmesi gerekir. Türkiye’nin buluş fabrikası haline gelmesi, bilim ve teknoloji üssü olması buna bağlıdır. Bu konu hayatidir. Çünkü bilim ve teknolojiye hâkim olan herhangi bir ülke sadece “gelişmiş ülke” olurken buna hâkim olan bir Türkiye “Süper Güç” olur.
0 Yorum