OSMAN HAMDİ Mİ LEONARDO VİNCİ Mİ?
Yaşadığımız hayatı anlamlandırmak için bazı duyumlar gerekiyor yaşam içinde. Sadece görmek, bakmak, dokunmak yetmez. Hissetmek gerekir…
Sanat, tanımlardan uzaktır. İki nokta üstü üste koyup açıklamak, şudur, budur, demek değildir. Sanat demek, hayatın içine ruhunu katmak demektir. Leonardo da Vinci? "Cismi resmetmeyeceksin, onun ruhunu kavrayacaksın, niyetlerini göreceksin, tutkularını duyacaksın." Mona Lisa örneği... Leonardo, zihninde mühendisin görüşü ile mistiğin temaşasını aynı anda barındırıyordu. Sanatı sadece üretmek değil anlamak ve anlamlandırmak da insan düzeyinde gelişmiş bir beyin gerektiriyor. Bir resimde bir müzik parçasında bir şiir dizesindeki duygularla, ifade edilmek istenen düşüncelerle aynı frekansı yakalamak, onunla duygudaşlık kurarak adeta o hisleri kendi içinde tekrar yaşamak, sanat eserlerinden keyif almanın temelini oluşturan ilginç bir özelliğimiz.
Sanat hem kendi ruhumuza hem de izleyenlerin ruhuna dokunmaktır. Bir tuvalin karşısında; elinizde fırçanız, rengârenk boyaların içinde ve beyninizde binlerce resim... O anki hissettiğiniz her duyguyu boyalarla tuvale taşımak, içimizden kopan her parçanın tuvale yapışması gibi bir şey. Her çalışmam bittiğinde hissettiğim şey, başladığım anda hissettiklerimle, bittiğinde hissettiğim şeylerin aynı olmadığını yaşadığım için biliyorum. Bir sanat eserine bakan herkesin, aynı şeyleri görmediği ve hissetmediği gibi… Öze inildikçe duygular evrenselleşir. Evrensel eserler, sanatçıların özünden çıkan eserlerdir; o eserlerde herkes kendini görür kendinden mutlaka bir şeyler bulur. O yüzden, bir sanat eseri binlerce insanda aynı duyguyu bırakmaz.
Bir Michelangelo heykeline bakarken gördüğün sadece bir heykel, gördüğün sadece bir yüz, bir tablo değil. Okuduğun yalnızca bir şiir değil, duyduğun yalnızca öylesine notalara vurulmuş bir müzik değil bir hayattır. O yüzden bir süre sonra silinecek bir ortamda paylaşılan sanat bana çok yüzeysel geliyor. Maalesef Batı sanatı bağıran, bizim sanatımız ise inleyen sanat haline geldi! Sanat; gönül örsün de dövülmediği sürece, her fırça gönülde yangınlara sebep olmadığı sürece sanat olmaz. Ruhunuzun aynadaki aksinin kaybolması gibi yok olur gider.
Sanatınızı aşk ateşiyle pişireceksiniz, buhar olup uçacak; gökyüzünde yağmura, doluya, kara dönüşecek ve yağıp toprağa düşecek; sonra ağaca, çiçeğe, meyveye duracak; hayvana, insana ulaşacak, can olacak ve gelip şiirin bir mısrasına kelime olup oturacak ya da fırçanızın ucun da ulaşabildiği her gönüle sızacak. Berger’a göre sanat tam bunu yapıyor. Horatius'un '' Resim Kelimesiz Bir Şiirdir'' sözlerinin ifadesi gibi; içimizdeki beni keşfetmeye çalışıp, renklerle yazmayı denemenin keyifli yolculuğu gibi… Bununla ilgili; Amsterdam’daki Rijksmuseum, müze ziyaretçilerinin karşılarındaki eserleri gerçekten hissedip daha iyi anlamalarını sağlayacak ilginç bir kampanyaya imza atmış: “The Big Draw.” Ziyaretçilerden kamera ve fotoğraf makinelerini kaldırmalarını hatta evde bırakmalarını isteyen müze, insanların sanatı ve tarihi daha iyi anlamaları, karşılarındaki eserlerle ilgili daha derin bir keşfe çıkabilmeleri için onlardan eserleri çizmelerini istemiş. 24-25 Ekim tarihlerinde tüm hafta sonu boyunca ziyaretçileri ücretsiz çizim aktivitelerine davet eden müze, bunun yanında cumartesi günleri de “You See More When You Draw” (Çizerken Daha Çok Şey Görürsün) adını verdiği bir çizim aktivitesi başlatmış. Akıllı telefonlar ya da fotoğraf makineleriyle gezen ziyaretçilerin, eserlerin güzelliğini yeterince göremediğini ve birçok detayı kaçırdığını düşünen müzenin başlattığı kampanya #startdrawing ve #hierteekenen etiketiyle sosyal medyada yer buluyor. “Ben resim yapamam ki” diye düşünebilirsiniz. Aslında kampanyanın güzelliği de tam burada; kimseden ortaya bir sanat eseri çıkarması beklenmiyor. Burada önemli olan sonuç değil süreç: İnsanların çizerken eserlere bakış açılarının nasıl değiştiği, belki daha önce onlarca kez gördükleri bir eserin hiç farketmedikleri detaylarını görmeleri, ressamların çizgilerine hiç olmadığı kadar dikkatli bakıp eser sahibinin sırlarını keşfetmeleri. “Sanat Eseri ve Sanatsever Birbirine Benzerse” parolasıyla yola çıkan bir başka sanatçı ise Stefan Draschan, "People matching artworks" adlı projesinde sanat eserleriyle uyumlu müze ziyaretçilerini fotoğraflıyor.
İnsanların giyimlerini, yapıtlara olan yaklaşımlarını, bakışlarını, yorumlarını takip ediyor. İnsanların bu tür mekânlarda ortaya çıkardığı görüntüler Stefan Draschan’ın People matching artworks adlı fotoğraf projesi de bu bakış açısıyla yakalanmış çok ama çok incelikli, hayranlık uyandırıcı çalışmalardan oluşuyor. Draschan’ın uzun zamandan beri devam eden projesinin anahtar kelimesi “sabır”. Paris, Viyana ve Berlin’deki müzeleri gezen sanatçı, sanat yapıtlarıyla benzeşen ziyaretçileri yakalayabilmek için uzun saatler boyunca adeta bir avcı gibi pusuya yatıyor. Bu beklenmedik uyumu yakaladığında ise ortaya müthiş eğlenceli ve bir parça da mizahi kareler çıkıyor. Üstelik fotoğrafların sanatsal değeri de çok yüksek. Bu çalışmalara baktığımızda kalıcılığın ön planda olmasının önemini daha iyi kavrıyoruz. Sanata dokunabilmek sanatı özümsemek için daha çekici bir yol diye düşünüyorum. Sosyal medya, sanatın tanımı için mükemmel bir araç. Fakat hiçbir zaman bir sanat sergisinde ya da bir müzede kazandırdıklarını asla kazandıramayacağı da bir gerçek.
Bir gün hoşunuza giden bir sanat eserini deneyimlerken bir lahza durup düşünün: Acaba bu sanata aynalık eden o zihin yeteneklerinin şu sıradan günlük hayatımıza da biraz katkısı olsa fena mı olurdu? Bir Rembrandt bir Dede Efendi bir J. Sebastian Bach bir Garcia Marquez bir Mehmet Akif bir Necip Fazıl bir Osman Hamdi bir İbrahim Çallı bir Hattat Hafız Osman, hayatlarımıza daha çok dokunabilseydi acep nasıl bir medeniyetimiz olurdu?
0 Yorum